Sonbahardayız


 

2006 yılının sonbaharındayız.

Bir kitap yayınlanacak. Benden bu kitap için bir yazı yazmam istendi.

10 yıl önce ‚Gözaltında cinsel işkenceye karşı kadın hukuk bürosu’ bir düşünce olarak konuşmaya ve hazırlamaya başlamıştık.

Bizler bugüne oranla 10 yıl daha gençtik.

Bizler bugüne oranla 10 yıllık daha az tecrübeye sahiptik;

Ve Türkiye’nin daha 10 yıllık siyasi cürümleri ve ikiyüzlülüğü önünde vardı.


 

Ben bir avukat ve Federal Almanya’dan geliyordum.

Öyle bir ülkeden ki hiçbir zaman unutmamsı gereken bir geçmişi ve sorumluluğu vardı: Alman Faşizmi.

Alman Faşizmi öyle bir sistem ve düşünceydi ki bu ideoloji bir ırkı diğerlerine,

toplumun belirli sınıf ve katmanlarını diğerlerine ve bazı bireyleri diğerlerine üstün görmekteydi ve Alman Faşizmi bu ırkçı üstünlük ideolojisini insanlık tarihinin gördüğü en sistemli, en vahşi pratiğini sergiledi.

Ve bir halkı, Yahudi halkını bir bütün olarak yok etmeyi, tarih sahnesinden silmeyi hedefledi. Bu ırkçılık, bu kin, bu nefret, bu insanlıktan uzaklaşmaların üzerinde kendini her alanda örgütleyen faşizm iktidarı tümüyle ele geçirebiliyor

ve muhalefeti de tavsiye ettikten sonra halk kendisini tümüyle faşistlerin saflarında örgütlüyordu.

Milyonlarca insan yok edildi, öldürüldü, işkencelerden geçirildi ve yine bunların milyonlarca yakını kırdırılarak, acı çektirilerek, onurları kırdırılarak geride bıraktırıldı. Ve bütün bunların sonuçları birkaç nesil’e de yansıdı. Onların yok edilişine toplumun çoğunluğu korkakça bir edilgenlikle susarak seyretmeyi yeğlemiş ve böylece de onların suç ortağı konumuna düşmüştü. Bütün bunlar sadece bu insanlar iktidarda’kilerine benzemedikleri içindi.


 

Çünkü onlar Yahudi idiler,

Çünkü onlar başka bir ulusa, başka bir dine, başka bir ırka mensup idiler,

Çünkü onlar ya hasta ya da sakat idiler,

Çünkü onlar homoseksüel idiler,

Çünkü onlar başka bir siyasi ideolojiye bağlıydılar,

Çünkü onların düşünceleri başkaydı ve sisteme, faşizme karşı çıkıyordular ya da direniyordular.


 

Benim gençlik yıllarımda gençlik bu tarihle hesaplaşıyordu:

Ben ve yaşıtlarım kendi velilerimizi, bizden önceki nesilleri, öğretmenlerimizi ve bizden büyükleri acımasızca sorguladık ve onlara onların sorumluluklarını hatırlattık ve sorduk:

‘O zaman neredeydiniz?

O zaman ne yaptınız?

Nasıl susup görmemezlikten gelebildiniz?

Nasıl olurda bunlar olabiliyordu?’

Bunların hiçbirinin cevabını alamazdık.


 

Ve bizler kendi velilerimizle, bizden büyüklerle olan bağlarımızı kopardık ve onları yalnız, onların suskunluğuna terk ettik. Ve bizler kendi öğretmenlerimize, profesörlerimize ve bütün otorite sahiplerine saygı göstermeyi red ettik, çünkü onlar hala suskunluğu tercih ediyor ve hala ‘Biz bilmiyorduk… Hiçbir şeyden haberimiz yoktu’ söylemeye devam ediyorlardı.

Ve onlar halen öyle korkaktılar ki ve kendi yaşadıkları tarihleriyle hesaplaşamadıkları gibi bunun sorumluluğunu da üstlenemiyordular.


 

Ve böylece yaşamımızın anlamını ifade edecek felsefeyi bulmuştuk:

Nerede insana haksızlık yapılıyorduysa, nerede insanca yaşama şartları ortadan kaldırılıyorduysa orada direnmek görev sayılıyordu.


 

10 yıl önce Eren diğer kadınlar ve ben (tek yabancı uyruklu olarak) bu projeyi planladık. Ondan 2 yıl önce yakın arkadaşım ölmüştü


 

O henüz 18 de bir devrimci Kürt idi. 1980 askeri darbesinde yakalanmıştı. Dönemin işkence tezgâhlarından işkencenin düşünülebilinecek her türünden geçirilmiş ve hep tecavüze maruz kalmış, zindanlarında onuru rencide edilmiş, dönemin barbarlığını olanca şiddetiyle yaşamıştı. Bütün bunların akabinde de

bir on yıl zindan yatmıştı. Ve bu dönemi direnerek geçirmeyi başarabilmişti.

Bu acı dolu Türk zindanlarından sadece 3–4 yıl sonra Almanya’da trajik bir bisiklet kazasında direnişle geçen hayatına veda etmişti.

Ne hayat ne de ölüm sormuyorlar’diki insan onların gelmesine hazırımıydı…


 

Onun gibi onbin’lerce kadın ve erkek:

İşkencelerden geçirildi, tecavüze uğradı, sürüldü, kaybettirildi, öldürüldü.

Ve bugün hala Türkiye’de insanlar kendilerine karşı işlenmiş insanlık suçlarının

suç olarak kabul görmesini ve takip edilmesini beklemektedirler. Geride kalmış binlerce insan hala sevdiklerinin akıbetini öğrenmeye çalışıyorlar.


 

Binlerce kadın işkence gördü ve tecavüze uğradı. Çünkü bu kadınlar kendi halklarının özgürlüğünü savunmuş ve bağımsızlığı istemişti, bunu dile getirmiş, bunun için yürümüş veya bunun için mücadele etmişti.

Binlerce kadın Türkiye’de özgürlüğü ve barışçıl bir rejim istedikleri için; bu isteklerinden dolayı kendilerine yapılan işkence ve cürümlerin izleriyle, yaralarıyla bugüne kadar tedavi görmeden, yaraları sarılmadan, gördükleri psikolojik işkenceyi anlatacak, dile getirebilecek imkânı bile kendilerine tanınmadan belirsizlik içinde bırakıldı. Tedaviyi bırak bu kadınların bu yaralarını gösterebilecekleri, tedavi arayacakları bir zemin dahi onlara yeteri kadar sunulamadı.

Bütün bunları yapan canilerin cürümlerinden dolayı hesap vermeye alınma imkânı Türkiye’de yaratılamadı. Bu caniler kendi sistemleri tarafından çok iyi korundular. Zaten politik iktidar hiçbir zaman kendi geçmişini sorgulamadı ve onu dokunulmaz bir mukaddes olarak savundu ve hala da savunuyor.

Sorgulanmayan askeri darbeler, sorgulanmayan işkenceler, sorgulanmayan insanlık suçları… Ve sorgulanmayanların insanları kendi düşüncelerinden dolayı sorgulaması, onurlarına, özgürlüklerine sahip çıkmalarından dolayı sorgulaması, zindanlaması var. Bu mantık temelinde insan olmaya ve insanca yaşamanın karşıtıdır.


 

Ve işte bugünün Türkiye’si:

Burası öyle bir ülke ki Kürt halkının haklı taleplerinden veya Ermeni halkına yapılanları soykırım olarak adlandırdığınızda kendilerini solcu veya sosyal demokrat görenler dahi ‘ülke elden gidiyor’ şiarıyla paniklere kapılıp kıyametleri kopardıkları yer…


 

Burası öyle bir ülkedir ki ve burada öyle ‘bilirkişi raporları’ hazırlanır ki onlarda şöyle yazılı olmasına özellikle dikkat edilir:’avukatlar ve doktorlar gerçek teröristlerdirler, çünkü onlar müvekkillerini ve hastalarını işkence edildiklerine ve tecavüze uğradıklarına dair iddiada bulunmaya teşvik ediyorlar’.


 

Burası öyle bir ülkedir ki ve burada işkence ve tecavüzden bahsedildiğinde ve bunların faillerinin cezalandırılmasından dem vurulduğunda bu Türk devletince ‘Türkiye’yle mücadelenin başka araçlarla devam ettirilmesi’ olarak algılanır.


 

Burası öyle bir ülkedir ki benim burada bulunmam ve bu projede çalışmam şöyle anlaşıldı’ dış mihrakların ve emperyalizmin içişlerimize karışması’.

Öyle değil mi ki ben zaten Almanya’dan geliyordum. Başka türlüde olamazdı zaten. Olsa olsa bir emperyalist ajan olurdum. Öyle değil mi?


 

Fakat:

Dünya’nın neresinde olursa olsun insan haklarının ayaklar altına alınması karşısında suskun kalan, suskunluğuyla ezenlere yardımcı oluyordur. İnsan hakları ve özgürlükleri sınır tanımaz. Alman faşizminin pratiğinden çıkarılacak öğretilerin başında bu gelmektedir.


 

Bu çalışma ve proje egemenlerce hep ’dışarıda Türkiye’nin itibarının düşürülmesi’ olarak algılandı. Bundan dolayıdır ki meslektaşım Eren Keskin bugüne kadar çeşitli baskılara maruz kaldı.


 

Artık susmama cesaretini gösterip, suçluların suçlarının hesabını vermesini isteyen kadınlarda aynı şekilde baskılara maruz kalıyorlar. Ve bu baskı sadece işkenceci mantığa sahip olan devlet’ten gelmiyor; bu baskı devlet’ten geldiği gibi toplumda devletin baskıcı işkenceci zihniyetini aynen savunan kesimleri de aynı baskı ve hakaret mantığını savunmaktadırlar. Bu mantığın temsilcilerini daha zayıflamış konumlarıyla Federal Almanya’da da bulmak mümkündür.


 

Şu da bir gerçekliktir ki burada Federal Almanya’da da daha yapılması gereken bir sürü görev bizleri beklemektedir. Ve eğer bizler burada ikiyüzlü çirkin politikaların karşısında durmazsak kendimize olan saygımızın ve söylediklerimizin bir değeri olmayacaktı:

Bu aynen buradaki politik mültecilerin haklarını savunurken dile getirdiğimiz düşüncelerimizdirler. Çünkü Federal Almanya’nın politikası ve –toplumu’nun hala daha o zamanın izlerinden arındığını söylemek tümüyle gerçeği yansıtamaz… Bunun yanında birde Federal Almanya yasalarının Kapital ve Kapitalist mantığının ürünü ve temsilcisi olduğunu unutmamak gerekir.


 

Fakat bizlerin burada Federal Almanya da gördüğümüz/tanık olduğumuz Türk milliyetçiliği abartılı ve aşırılığı ifade eden bir milliyetçiliktir.


 

Örneğin burada konu Türkçe ders olunca ya da konu okul bahçelerinde Almanca konuşulsun denildiğinde nasılda buradaki Türk topluluğu şiddetle Türkçeyi savunur. Burada durup bununla dayanışma’nın yanında birde durup düşünmek de gerekmiyor:


 

Peki ya sizin ülkenizdeki Kürtçe…?!

Niye burada bu kadar çok istediğinizi kendi ülkenizde başkalarına hak olarak tanımıyorsunuz ?!

Neden aynı şiddetle aynı hakları kendi ülkenizde başkaları içinde istemiyorsunuz?!

Hiç olmazsa burada kendi haklarını isteyen aynı kişiler konu Kürtçe ve Kürtler olunca hemen aynı hakların tanınmasına karşı çıkıyorlar?!


 

Ve her zaman ve her yerde Türk bayrakları…


 

Ve bunların milliyetçiliklerinin sebebi Pkk imiş, fakat:

Türkiye de meydana gelen insan hakları ihlallerini bir değil, 100 PKK örgütü olsa da bunun haklı gerekçesi olamaz.


 

Bu toplumun çeşitli katmanlarına yayılmış aşırı milliyetçilik hiçbir şekilde hoş görülecek bir şey değildir ve özümsenmemiş, üzerinde çalışılmamış, kavranmamış tarih’le ilgilidir ve onun bir sonucudur.


 

Ve öyle bir nesil de gelecek ve aynı soruları soracaktır, bizim kendimizden öncekilere sorduğumuz gibi:

Neredeydiniz? Ne yapıyordunuz? Neden sustunuz? Nasıl olurda bunlar olabiliyordu?

Toplumun kesinlikle böyle bir hesaplaşma ve ayrışma içine girecektir ve bunu kimse engelleyemeyecektir.


 

Bir politik rejimin baskıcı ve yıkıcı zihniyeti ancak kendi geçmişi ve özellikle geçmişin politik cürümlerini acımasızca, dürüstçe ve açık bir şekilde kabul edip sorguladığı zaman kendini temelden değiştirme imkânını yakalayabilir.


 

Almanya aşırı ve kötü bir örnektir, çünkü burada gerçek anlamda dürüst bir sorgulama yaşanmamıştır. Böyle bir sorgulama şu sorulara cevap verebilmelidir:

Bir ideoloji, bir diktatörlük, bir parti, bir ordu veya herhangi bir grup kendi çıkarları adına insanlara karşı bu insanlık suçlarını işlerken nasıl oluyor da böyle durumlarda bütün bir toplum susuyor ve suskun kalıyor.


 

Latin Amerika’dan bu konuda biraz öğrenmeye çalışırsak:

Bir politik rejimin zihniyetinin değiştirilip dönüştürülebilinmesi ve bu zihniyetin doğru bir demokratikleşmeyle özgürlükçü esaslara oturtulabilinmesi ve bu zihniyetin insan haklarını ve başkalarının özgürlük haklarını özümseyip saygı gösterebilmesi bu güne kadarki politik cürüm ve cinayetleri, insan hakları ihlallerini bilince çıkarılıp bunun suçluluğu kabul edilmeden olamayacağını bizlere göstermektedir.


 

Bu gerçeklik özgürlük ve demokratik toplum için mücadele ettiklerini söyleyen, kendilerini devrimci olarak adlandıran parti ve örgütler için de aynen geçerlidir.


 

Bütün bunların gerçekleşmesi medeni cesarete sahip karakterlere, güçlü sosyal grupların varlığına ve duruş sahibi kadınların mücadelesinin devam ettirilmesine ihtiyaç vardır.


 

Bizim projeye başvurup suskunluk duvarını yıkıp geçen kadınlar gibi.

Olması gereken bu kadınların çoğalması.

Ve benim onlara olan saygım sonsuzdur.


 

Çünkü suskunluğu kırmak değiştirmenin ilk adımıdır…


 

Hala sonbahardayız…

İnsanlığın tarihi fakat

Yılın mevsimlerine benziyor


 

Eylül 2006


 

Jutta Hermanns, Avukat


 


 


 

hermanns@rajus.org